Kentleşme Sürecinde Türkiye ve Kentli Olmak

İnsanlık tarihinde yaşanan ilk ve belki de en önemli devrim, bitki ve hayvanların ehlileştirilmesiyle, yani tarıma başlanması ile mümkün olmuştur. Bu devrim sonrasında insanların baş uğraşlarından birisi haline gelen tarım ile birlikte insan toplulukları belirli bir yerde toplanmak ve burada sürekli olarak kalmak durumunda kalmıştır. Bugünkü çağdaş kentlere çok benzemeseler de, insanlık tarihinin ilk kentleri de böylece; göçebe hayattan yerleşik hayata geçiş ile kurulabilmişlerdir.
Dünden bugüne uzanan süreçte, kentler de doğal olarak değişmiş ve gelişmişlerdir. Özellikle sanayi devrimi sonrasında kentlerdeki ekonomik uğraşlar oldukça farklılaşmış, tarıma dayalı olmayan, ticaretin ve üretimin öne çıktığı bir ekonomi doğmuştur. Söz konusu dönemde yaşanmaya başlayan iş gücü talebini karşılamak için kırsal kesimden kentlere doğru yoğun bir göç başlamış ve kentlerin nüfuslarına büyük artışlar yaşanmıştır. İşte, kırdaki bu çözünme ve kentteki yoğunlaşma, yani kentleşme olgusu, tüm dünyada siyasal, kültürel ve ekonomik gelişmere ve bir takım sorunlara sebep olmuştur.
Batılı ve gelişmiş ülkelerde, kentleşme sürecinin ticaret ve sanayinin gelişmesiyle paralel olarak seyretmesi; yani söz konusu ülkelerde, oluşan iş gücü talebine ve büyüyen ekonomiye karşılık benzer miktarlarda insanın kırdan kente göç etmesi söz konusu ülkelerin bu süreci nispeten daha sorunsuz atlatmalarına olanak sağlamıştır. Oysa Türkiye’nin de içinde yer aldığı gelişmekte olan ülkeler için aynı şeyleri söylemek oldukça güç. Türkiye’de ticaretin ve sanayinin gelişmesi ve dolayısıyla ekonomide yaşanan büyüme hızı maalesef kırdan kente göç hızından oldukça geride kalmıştır. İşte bu sebepten dolayı kentleşme süreci ülkemizde ve diğer gelişmekte olan pek çok ülkede siyasal, kültürel ve ekonomik problemlere sebep olmuş ve halen de olmaktadır.
Türkiye’de kırda çözünme ve kentte yoğunlaşma süreci II. Dünya Savaşı sonrasında başlamış ve 1950’den sonra da giderek hızlanmıştır. 1950 yılında Türkiye’nin kent nüfusu 5,2 milyon iken kır nüfusu 15,7 milyon idi. Yani insanların sadece %25’i kentlerde yaşamaktaydı. Bugün ise kent nüfusu 54,8 milyon kişi iken kır nüfusu 17,7 milyon kişidir. Yani insanlarımızın %75’i kentlerde yaşamaktadır. İşte bu oranlar, Türkiye’nin kentleşme sürecinin boyutlarını ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin kentleşmesi ve haliyle insanımızın kentlileşmesi iki büyük değişimi doğurmaktadır. Bunlar ekonomik ve sosyal değişmelerdir. Ekonomik değişimden kastedilen, insanımızın geçimini tamamen kentte ve kente özgü işlerden sağlıyor olması; sosyal değişimden kastedilen ise kırdan kente gelen insanımızın kente özgü tavır ve davranış kalıplarını, kentin değer yargılarını benimsemesidir.
Söz konusu ekonomik ve sosyal değişimlerin başarılı bir şekilde gerçekleştirilmesi sonucu, Türkiye’de yaşanan kentleşme ve daha da önemlisi kentlileşme süreci başarılı bir şekilde atlatılabilecektir. Kentleşme ve kentlileşme arasındaki ayrıma, bu noktada, dikkat etmek gerekmektedir. Kentleşme, en basit şekilde; bir ülkede kırdan kente yaşanan göç sonrası kent nüfusunun ülke içerisindeki payının artmasıdır. Kentlileşme ise, buna bağlı ama çok daha farklı olarak, kırdan kente göç sonrasında kentlerde yoğunlaşan insanların ekonomik ve sosyal bakımdan kırın özelliklerinden arınarak, kente özgü özellikleri kazanması olarak tanımlanabilir.
Konumuz kentleşme olgusu süresince ve zaman içinde ortaya çıkan kentlileşme bilinci ve bu bilincin günümüz toplumunda nasıl olur da daha etkin bir konuma taşınabileceğidir. İlerleyen satırlarda cevabını arayacağımız soru, şudur: “Kent kültürü ve kentlilik bilinci nasıl olur da daha fazla geliştirilebilir?”
Pek tabii, bu soruya birbirinden oldukça farklı ve çok fazla sayıda cevap verilebilir. Fakat önemli olan en etkin cevabı, cevapları ortaya koymaktır. Öncesinde de değindiğimiz gibi kentlileşme ekonomik ve sosyal bir değişim sürecidir. Bu noktada cevaplarımızın ekonomik ve sosyal bir alt yapıya sahip olmaları gerekmektedir.
Kırdan kente gelmiş insanlarımızın kente kazandırılmaları ve tam analmıyla birer kentli olabilmeleri için herşeyden önce ekonomik önlemler almak gerekmektedir. Şüphesiz ki ekonomik bir gelire sahip olan insanlar kente daha kolay ve hızlı bir şekilde alışabilmekte, kentlileşebilmektedirler. Ayrıca bu insanlarımıza sunulacak iş olanakları, kentlerimizin başlıca sorunları arasında yer almaya başlayan kapkaç ve benzeri yasa dışı uğraşları da büyük oranda engelleyecektir.
Yinde kırdan kente göçün kötü bir sonucu olarak gördüğümüz ve şehirlerimizin çehresini büyük ölçüde kirleten gecekondulaşmayla mücadele amacıyla da önemler alınabilir. Söz konusu insanlarımıza yönelik olarak ve ekonomik koşulları da göz önüne alınarak uygun ödeme koşullarıyla toplu konutlar inşa edilebilirler. Son on yılda Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) inşa ettiği on binlerce konut, aslında bu fikrin uygulanabilirliğini oldukça net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Ekonomik anlamda kendini geçindirebilecek düzeye ulaşmış ve kent kültürüne uygun modern toplu konutlara yerleşmiş insanların kente kazandırılmaları sürecinde yapılaması gerken sosyal nitelikli çalışmalar da olmalıdır. Ne de olsa kentli olmak, salt o kentin sınırları içerisinde yaşamak değil, o kentin kültürünü edinebilmek, o kent ile birlikte yaşamaktır. Kente yeni gelmiş insanlarımızın yanı sıra uzun yıllar kentte kalmasına rağmen halen tam anlamıyla kentli olamamış insanlarımızın da olduğu göz önüne alınacak olursa asıl kentlileşme sorunun altında sosyal yetersizliğin olduğu görülecektir.
İnsanımıza hatırlatılması gereken, yaşadıkları kentin kendilerine ait olduğudur. Yaşadığı kentin sokaklarının, parklarının, bahçelerinin ya da hastanelerinin, okullarının ve benzeri değerlerinin aslında kendisine ait olduğunun bilincine varan insan, o kentin sokaklarında, parklarında ya da bahçelerinde kendi evindeymiş gibi yaşayacaktır. Bu ne demektir? Yani insanımız, kentin ortak mekanlarını sahiplenecek, yeri geldiği zaman koruyacak ve kollayacaktır. Nasıl kendi evlerinin temizliğine ve düzenine önem veriyorlarsa kentlerinin bütününe de aynı şekilde önem vereceklerdir.
Pek tabii, insanımıza yaşadıkları kentin gerçek sahiplerinin kendileri olduğunu fark ettirmek kolay ve kısa sürede kotarılacak bir iş değildir. Bunun için yapılası gereken “işin içine insanımızı da katmak”dır. İşten kasıt kentin yönetimi ve gelişimidir. Kendi kentinin yönetiminde ve yarınlarında söz sahibi olan vatandaş o kente karşı bir sorumluluk bilincine ulaşacaktır. Bu noktada günümüz Türkiye’sinin önemli kurumlarından birisi haline gelmeye başlayan kent konseyleri ve benzeri fonksiyonlar üstlenen sivil toplum kuruluşları çok önemli birer örnek oluşturmaktadırlar.
Kente hizmet için sivil toplumun yapacağı organizasyonlar ve kentte yaşayan insanların bu organizasyonlara katılımı hem kenti güzelleştirecek hem de kentlilik bilinci aşılayacaktır. Örneğin kente ait bir doğa derneğinin, kentin çevresinin ağaçlandırılmasına yönelik bir organizasyonu ve bu organizasyona katılan kentli insanlar sayesinde hem kentin çehresi yeşile bürünecek hem de insanımız o kentte kendine ait birşeylerin olduğunu somut bir şekilde görebilecektir.
Kentin yönetimine ve gelişimine katılımın yanı sıra kent içerisinde düzenlenen sosyal organizasyonlara katılım da kentlilik bilincini beslemektedir. Kültür sanat alanında ve kent insanının büyük bir bölümünün ilgisini çekebilecek konserler, tiyatro oyunları, söyleşiler, konferanslar ve benzeri etkinlikler de kentlilik bilincinin gelişmesi açısından yararlı olacaktır. Ayrıca kente özgü sosyal yardım kuruluşları da kent içerisindeki yoksul ve yoksun insanların refahlarına katkıda bulunacak ve bu insanlarımızın da kentlileşme sürecine büyük oranda fayda sağlayacaktır.
Küçük yaştaki insanlarımızın eğitimin önemi de göz ardı edilmemeli, yeni nesillere yaşadıkları kentin tanıtılması sağlanmalıdır. Bunun için eğitim alanında çeşitli düzenlemeler yapılmalı ve ayrıca öğrencilere yaşadıkları kentin değerleri benimsetilmelidir. Küçük yaştan itibaren okul gezileri tertiplenmeli, örneğin kent içerisindeki bir kütüphane ya da bir tiyatro öğrencilere gezdirilmelidir. Küçük yaştaki, söz konusu insanlarımızın o kenti benimsemelerini, en azından o kente bağlanmalarını sağlamak için kalıcı eserler vermelerine yardımcı olunmalıdır. Örneğin öncesinde verdiğimiz ağaçlandırma örneğinde olduğu gibi küçük yaştaki insanlarımızın da kentin çevresinde belirlenen alanlara, ilgili kurum ve kuruluşlar rehberliğinde ağaçlandırma çalışması yaptırılabilir. Ya da şehrin çeşitli yerlerinde bulunan trafo ve benzeri yapıların cephelerine öğrenciler tarafından resimler yaptırılabilir.
Medyanın kentlilik bilici üzerindeki etkisi de kuşkusuz önemlidir. Medyada ve özellikle yerel medyada kent kültürünü tanıtacak proje ve programlara olabildiğince yer ayrılmalıdır. Böylece geniş kitlelerin kentleri hakkında bilgi birikimi edinebilmeleri ve kentlerini benimsemeleri mümkün olabilecektir.
Sonuç olarak, kırda yaşanan çözünme ve kentlerde oluşan yoğunlaşma kaçınılmaz olarak ve her geçen gün daha da artarak günümüz kentlerini yeniden şekillendirecektir. Bu noktada bizlere düşen görev, kentlerin yeni ve eski sakinleri olarak, el ele vererek kentlerimizi güzelleştirmek ve yaşanabilir kentler inşa etmektir. Unutmamalıyız ki, bir kentli olmak, bulunduğumuz kentin sınırları içerisinde yaşıyor olmaktan ibaret değildir. Kentli olmak yaşadığımız kentle birlikte yaşamak, kentimizi düşünmek demektir.
Okan Yüksel
Takip edin!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir